Sonntag, 4. April 2021

Özcan YILDIZ yazdı

Özcan YILDIZ yazdı

Bu zamana dek gerek Börklüce Mustafa, gerekse de Şeyh Bedreddin hakkında okumuş olduğum altı adet romanın yanı sıra iki de araştırma kitabı okumuştum. Bunlardan yanılmıyorsam dördü yerli, ikisi de yabancı bir yazarın anlatımı. Diğer araştırma kitaplarının ise biri yerli, diğeri yabancı bir yazara ve yine bu kitabın çevirmenlerinden olan İlhami YAZGAN’a ait, buradan da daha önce paylaşımını yapmış olduğum Franz BABINGER’in bir araştırma kitabıydı. Özellikle bu son yazmış olduğum araştırma kitabını çevirmeniyle birlikte vermem ve üzerinde durmamın nedeniyse; önyargılarımı yıkmaya kararlılıkla devam ediyor oluşum. Çünkü bu durum, Einstein’ı günümüzde ne kadar haklı çıkardığını gösteriyor. “Bir önyargıyı yıkmak, atomun tüm parçalarına bölmekten daha zordur.” Ben de böylece yabancı yazarlara oryantalist bakış açısıyla yaklaştığım için ne kadar temkinli yaklaşmış olsam da, özellikle aynı dönemlerde yaşamış Alman bir ozan, besteci ve yazar Leopold SCHEFER’in anlatım biçimi, farklı yönlerden ele alışı, romanın her ne kadar ebat olarak şuana dek yazılan kitaplardan ince olduğunu gösterse de bir solukta heyecanla bir, bilemediniz iki saate bile bitebilecek bu kitap son derece etkili ve akıcı. Bu nedenle herkese tavsiyemdir.
GÜNEŞİN ALTINDA ÇARMIHA GERİLENLER: BÖRKLÜCE MUSTAFA – LEOPOLD SCHEFER – ÇEV. İLHAMİ YAZGAN & GANİME GÜLMEZ – 54 – 60 SYF. – 2019
~~~~~~~~~~

Kitap Önerileri
Gestern um 10:40 ·
IV
Böre’nin Diyarına Yolculuk
“Yola devam ettiler, lakin sükût içinde. Torlak şehrin içinde asayişi tahkim edip, düşülebilecek hâlleri hesaplayıp, fikirlerini toparladı. Hislerini öğretilere yöneltirken, Maaraton hazırlık içindeydi. Böylesi bilinmez bir geleceğe; belki kanlı ateş harlığında bir döneme, emin dağlara, oraya kalbinin ve aklının metanetle durduğu yere, sevinç ve umudun beslendiği, kendisiyle varabileceği yolculuğa koyulmak üzere yanına alacağı eşyaları ayrıştırdı. Böyle güzel bir günde; görüşmek ya da asla görüşmemek üzere diyerek ayrıldı oradan.
Vefakâr Sâdık, onun en değerli servetini altına yükledi ağırlığınca. Torlak, onun kumandanı ve hamisi olarak Gediz Nehri kıyısında, Manisa şehrine güvenliği kolaçan etmek için önceden vardı. Lakin Türk muhafızları hemen köprünün başında dizginlerinden yakaladı ilkin kırma atını sonra da onu. Kaşla göz arasında kulede sürgülenmiş demir kapılar arkasında buldu kendini. Halkının varlığını bilincini yüreğinde hissettiğinde Opposum(12) bilgeliğine bürünerek zulüm karşısında ölü taklidi yapmaya başladı!
Opposum, doğallığında, ölmediği hâlde ölü, zindana atılmış olmasına rağmen atılmamış gibi davrandı. Aşırı bir felaketle karşı karşıya olmasına rağmen kendisini kaybetmedi. Sessizce bekleyip kendince aklı başında ironiler yaptı. Her fırtına öncesi ve ardından vahşi hayvanlara dönüşen insanların pençelerinden nasıl kurtulacağını düşündü. Zaman önemliydi. Zaman boşuna akmıyordu. Torlak, birilerinin dönüştürüldüğü ya da ölü varsayıldığı yerde yıkılmaz bir güçle, değiştirilmeden, yeni güne kararlılık ve gülümseyerek merhaba demeye hazırdı…
Halkının böylesi sarsılmazlıklara sahip olduğunu düşündü. Hatta şimdi hapsedildiği, bundan yara aldığı anda bile. ‘Kim kötülüklere kızabilir, darılabilir ki! Şaşırılabilir sadece kötülüklere!’ diyerek dış dünyanın zihnindeki yansımasına yoğunlaştı. ‘Soğukkanlılık, sakinlik dünyayı yener, her şeyden önce daha uzun ömürlüdür. Değişimin çaresi, doğru bir zamanlamanın kudretindedir. Bu çekilen cefaların kaynağının şifasıdır. Akılcı öfke ve hiddettir bu.’ Kendisine refakat edenin ve penceresinin demir kafesinden bakarken bunları düşündü Torlak.
Nihayet vefakâr Sâdık’ın yavaşça yaklaştığını gördü atıldığı zindanın demir parmaklıklarından. Süvari tarafından yakalanmamak için dörtnala koşturuyordu. Atı âdeta bir devekuşu hızıyla toprağın üzerinde uçtu. Süvari onu, tepenin arkasına, otlakların arasından geçen büyük nehirde kaybolana dek takip etti. Fakat ulaşamadı. Diğerleri geçit bulabilmiş miydi kurtulmak için? Kaçarak onları ele verme ahmaklığına mı düşmüştü yoksa? Yoksa Sâdık, süvariyi tuzağa düşürmek mi istemişti? Süvari nerede kaldı ki! Belki de nehirde boğuldu ya da öldürüldü. Bütün bunlara ilişkin tek bir emareye bile rastlayamadı ve sakince tahta kerevete uzandı.
Bu arada Şişman, İzmir’e(13) varmıştı çarçabuk. Böre’nin öğretilerinden etkilenip heyecanlanan halkı sezinlemek için sessizce konakladı vardığı yerde bir süre ve o halk ki; ya gerçekten işe yara hâle gelip o yararlılıkta kalan ve buna yanabilen bir halktı ya da sadece bedbahtlıktan kurtulmaya çalışandı. O halk ki; Osmanoğulları tarafından yakıldığı, yağmalandığı ortada olan ve hatta artık ifşa edilendi.
‘Şişman’ adı, yağma, yakma ve zulmün içinde anılmaktaydı. Ahalinin çoğu, tamaha ve riyaya yüz çevirerek Stylarion’a(14) doğru mekânı tavaf etmek üzere; kimisiyse muhacir olarak yola koyulmuşlardı. Şişman da derviş kılığına bürünüp, serbestçe onlarla gitmeye karar verdi. Yola koyulanlar birbirlerini sorgulamayı bırakmıştı. Birinin neden akıllı ya da neden aptal olduğu kimseyi ilgilendirmiyordu. Bilâkis, her renkten, her çeşitten yeryüzü insanına alışkınlardı. Derviş, rahip, asker, süvari, variyet yolunda dilenci olması hiç kimseyi şaşırtmıyordu. Kendi suretini yüreğinde görenler sadece kendisiyle meşguldü.
İzmir Körfezi boyunca; heyecandan mı, cesaretten mi, mertlikten mi, yüreksizlikten mi geldiklerini bile bilmeyerek uzun bir yol kat ettiler. İnancın kendisi; ruhun iç fırtınalarından gelerek vazifesini ifşa eden sadece bulaşıcı bir hastalık ya da bulaşıcı bir sıhhatti zaten.
Şişman, Mimas Dağı’nın dingin gücünü gördüğünde şaşırdı ve bir o kadar da ürktü. Birkaç hafta sonra kayalık boğazların birinde helâk olacağı konusunda hiçbir fikri yoktu. Ufuktan yğkselen güneş, yaşayan insanların dünyasında mucize yaratmaya adayken, bunu gelecekte ölecek olanlar için söylemek mümkün değildi.
Dağa kadar olan bütün geçitler, zirvelere uzanan tepeler fevkalâde göz alıcı yeşillikteydi. Zira rüzgâr, dağların arkasında yükselen çekirge bulutlarını bile yakalamıştı. Nasıl ki, halk orada kendi suretinden yeniden harikalar yaratmış ise rüzgâr da çekirgeleri dağın öte yüzündeki denize gömdüğünde incir ormanından diğerine uzandılar. Bir üzüm bağına girip portakal koruluğundan çıkarak her yerde bereketlenip fışkıran tohumlar içerisindeymişçesine yol aldılar. Sonra alabildiğine yüksek servilerin, çınarların, karaağaçların, kestanelerin, ilk şark topraklarına neşredilen narin meşe ağaçlarının arasına sonra da dağların kaynaklarının taze, gümüşî parlaklığıyla bolca suladığı korulukların, eski ve yeni zeytinlerin karşıladığı çiçek şeridine vardılar.
Şişman, dağı tırmanırken göğsünü daraltan hainlikteydi. Arada çekinerek, dikkatlice kimseye sezdirmeden sağa sola bakınıyordu. Hiç ama hiç kimse bir şey sormuyor, sormaya yanaşmıyordu. İtimat burada çokta ikâmet etmişti. Kimsenin kendisini tanımamasını güvenlikli buldu. Torlak ve Maaraton’un zindana tıkılmış olması, Koraks ile karşılaşma riskinin bulunmaması, emniyette olduğuna işaretti. Bundan dolayı rahatladı.
Yolun sonunda sükûnet içerisindeki insanların yanında, bütün çekiciliğiyle göz kamaştıran bir yerleşim yerinde buldu kendini. Kimi kümeler hâlinde, kimi tek tek istedikleri gibi konakladılar. Çünkü onlar Tanrı’nın gönderdiğiydi.
Şişman, şaşkınlıkla fark etti ki, burada farklı bir ruh hüküm sürmekte. Bütün dünyaya karşı tezahürünü savunmaya azmetmiş, bunun için yetkiye ihtiyacı olan ve bu yetkiye sahip olan bir ruhtu bu. Osmanoğullarını sarsmaya, onların efendilerini birbirine kördüğüm etmeye hazırlanan ıslahhaneler mevcuttu.
Mimas Dağı, dev kayalarla çevrili, sırtını denize doğru dayamış, kaya kütlelerinin zırhlı koruması altında, gövdesi bir sürü iri karıncaların yaşadığı, devasa bir eşekarısı yuvasına benzer, dikenli okların, ciritlerin, mızrakların, kılıçların ve sivri dikenlerin güçlü kollarda taşındığı insanlarla kaynıyordu.
Şişman, dağın kolayca ve emniyet içinde zapt edilebilmesi için her yeri en ince ayrıntısına kadar keşfetmeliydi. Kuyuları temizleyip kaynakları genişleten, ırmaklara derinlik verip bir göl oluşturan insanlar gözlemledi bir süre. Hepsi Mimas Dağı üzerinde tüm emir ve talimatları birbirine bağlamak için Kazasker Bedreddin’e gidip oradan harekete geçiyorlardı.
Ne var ki Şişman; Asya, Afrika ve Avrupa’da tanınan bu Şeyhin; ihtimamı, öngörüsü, deneyimi, azmi, irade ve kuvveti karşısında hayretlere düşüverdi. Zira gözleri başka şeylere de tanıklık etmekteydi. Birlikte yol aldığı insanlarla Mimas’a ulaştıklarında gördüğü ilk şey kayalar silsilesiydi; Böre ve diğerlerinin mekân tuttuğu büyük ve sert kaya kütleleri. Uçurumların kıyısı ve geçitler, büyük taş, tomruk, dikenli çalılıklarla kapatılmıştı. Bütün görüş açılarından gelebilecek yerle bir edişlere, nüfuz sahipleri destekçilerinin yıkımlarına karşı kaya duvarları tırmanılamaz ve yıkılamaz ihtişamıyla dimdik durmaktaydı. Uzun, sağlam kalın ağaç kütükleri silindir gövdeleriyle olası bir saldırı anında halatlarla aşağıya salınıp saldırıyı püskürtmek ve geri çekilmek üzere yerleştirilmişti. Cephelenmiş kayaların üzerindeki büyük taş kümeleri, ince hesaplanmış bir uzaklığa istifli bir düzende durmaktaydı. Ve çocuklar dahi ayaklarıyla yığılmış taşları aşağı yuvarlayabiliyorlardı. Yuvarlanan taşların altında kalanların kurtulması bir mucizeydi.
Üç bin kişi tarafından savunulan kaya silsilesinin en alt tabakasındaki platonun ele geçirilmesi, muhabere deneyimli Şişman’ın hesaplarına göre altı bin askerinin telef olması demekti ama bu sayı kabaca on bini bulabilirdi. Şişman, bu hesapların külliyetinden bezdiğinde, girişi açık bırakılmış bir kaya kovuğuna daldı. Yokuşun hafif üzerinde ev ve bahçelerle örtülmüş bir plato üzerinde yükselen, son derece düzenli güneş gören zarif bir mandırayı, Böre’nin çiftlik yollarını geçerek dikkatli bir şekilde yoluna devam etti. Kaya silsilesinin ikinci bölümüne açılan yokuşu tırmanmak oldukça zahmetli ve tehlikeliydi. Yukarıdan düşme ihtimali yüksek keskin kaya parçaları, su sızıntısı, kaygan zemin tırmanışı zorlaştırırken, kızılkayın ormanları, çalılıklar ve sarmaşıklardan oluşan takılarıyla muhteşem doğanın göz alıcı güzellikte olması insanı mest ediyordu. Dağın daha yüksek rakımına yani zirveye mümkün olabilecek en yakın yere ulaşabilmek oldukça itinalı ve becerikli olmayı gerektiriyordu. Beceri, disiplin yoksa bu etapları aşmak olanaksızdı.
Şişman, patika ve uçurum kenarlarında gezinen keçi sürülerini izlerken gözüne keçi güden bir oğlan çocuğu ilişti. Oğlan çocuğu Böre’nin oğlu İsa’dan başkası değildi. Yani diğer adıyla Jesus. İsa’nın dışında çocuklar da vardı çevrede. Meşe, dişbudak ve karaağaç gövdelerinden mızrak ve ok uçları yontmak üzere buluşmuşlardı. Çevreyi biraz daha dikkatli izlediğinde, kendi aralarında tartışan iki çocuk gördü. Birinin elinde bir ağaç dalı vardı. Diğer çocuk dala daha fazla ihtiyacı olduğunu iddia ediyordu. O anda önlerinde küçük bir çocuk bitiverdi: Dede Sultan şöyle demiyor mu; ‘Kim ki ihtiyacından fazlasını talep eder, işte o zaman başlar bu dünyanın kavgası! Lakin iyi kalbin suali şöyle olmalı: Kim ilk önce elindekini vermeye hazır ya da kim vermeye daha istekli?’
Yetişkin çocuklar, kendilerinden daha küçük olan çocuğun söylediklerinden utanıp başlarını eğdiler. Şişman, çok uzun bir zamandır ilk kez bu fikirler içerisinde, ikinci kıymetten düşüşün farkına bile varamadan pancar gibi kızardığında az yokuşlu ikinci plato üzerinde sonradan doldurulmuş olan gölü, büyük koyun sürülerini, danaları, uçsuz bucaksız sürülmüş tarlaları, dağdaki insanların farkına varamamıştı. Hepsi, dağın savunulması içindi. Dağın savunulması ise seneden seneye halkın gıda ihtiyacını karşılamak, hiç kimseyi açlığa ve susuzluğa terk etmeme kaygısıydı. Şişman, dağın kayalıklarla kuşanmış zirvesine vardığında, duydukları karşısında korkusu bir anda nüksediverdi: ‘Bakın, bakın Bedreddin orada! Böre’nin kılıcı Bedreddin orada!’ sözleri yankılanıyordu çevrede.
Etrafa göz attığında; siyah, sevimli bir Arap atı üzerinde yükselen solgun, ciddi, çok lütufkâr, kılıçsız, hatta hançersiz olan bu sade adamı gördü. Bedreddin, atının dizginlerini bileklerine kadar salmış, sol eli çenesinde, parmaklarıyla sakallarını aşağıya doğru düşünceli bir şekilde sıvazlıyordu. Çok huzurlu görünüyordu. Eski ve yeni günlerde insanları zayıflatan, iradesizleştiren, kendileri gibi olmalarını sağlayan iradenin bu ölçüp biçen zihnin karşısında endişelendi. Cesaretini yitirdi. Sonra toparladı kendini. Onun zevahirinden dehşete düşmeyi, müteessir olmayı öteledi. Anlaşılmazlık tahakküm eden bu dünyaya, anlaşılabilirlik mi tahakküm edecekti!
Dağın zirvesinden cezbedici bir manzara göründü. Hemen sağda; aşağıda tıpkı yeşil bir göl kıyısı gibi parıldıyordu İzmir Körfezi. Solda; uzakta fısıldayan kayınların arasından yansıyordu Efes’in enfes görünümü. Sonra deniz ve yine bir mavi gedik Sisam Adası’nın boşluğunda bir çıkıntı yapmıştı. Tam karşıda kızıla çalan kaya silsileleriyle Sakız Adası. Ancak hepsi; toprak, deniz, ada, kayalar, ağaçlar ve sığınaklar, hareketli, dostane sabah bulutlarının altında dinlenmekteydi. Ve göğün mavisi kalp ve gözü aşırı derecede ferahlatıyor, insanı kendisine hayran bırakıyordu. Lakin Şişman, bütün bu güzelliği sadece tedirginlik içerisinde âdeta bir karabasan gibi asık bir suratla izledi. Sesler duydu sonra, duydukları telaşlandırdı, dehşete düşürdü yine onu: ‘Bakın şimdi’ Bizim Torlak da gelir, bakın!’ ”